8.9 C
Almanya
Perşembe, Mart 28, 2024

‘Türkiye demokrasisini zehirleyen ortaklık’

Birgün yazarı Bülent Mumay, Alman Frankfurter Allgemeine Zeitung’a yazdığı konuk makalesinde 15 Temmuz darbe girişimini ve sonrasında yaşanılanları değerlendirdi.   ‘Fetö’yü Alman basınında  en net  anlatan yazı’ olarak nitelendirilen makalede Mumay,  “Oysa 15 Temmuz, gerçekten Erdoğan’ın darbenin bastırılmasından saatler sonra söylediği gibi “Allah’ın bir lütfu” olabilirdi. Türkiye, belki de Cumhuriyet tarihinin en acı olayını, yeni bir toplumsal sözleşme yaratmak, daha demokratik bir sistem inşa etmek için kullanabilirdi. Zirveye ulaşan kutuplaşmayı, ortadan kaldırabilirdi. Ancak belli ki Erdoğan’ın istediği bu değildi. İktidarın süresini ve kudretini artırmak için darbe yasalarını kullanarak muhalefeti ortadan kaldırmayı tercih etti. Evet, 15 Temmuz 2016’da darbeciye teşebbüs eden halk düşmanları yenilmişti. Ama 15 Temmuz 2017’ye geldiğimizde ise kan kaybeden, ne yazık ki demokrasinin kendisiydi” ifadelerini kullandı. Gazeteci Bülent Mumay, 24 Ekim 1996’da çekilen, Fetullah Gülen, Tansu Çiller, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın olduğu bir resme dikkat çekti

.İşte gazeteci Bülent Mumay’ın FAZ için kaleme aldığı yazı:

Türkiye demokrasisini zehirleyen ortaklık

24 Ekim 1996’da İstanbul’da çekilen siyah beyaz bir fotoğraf, Türkiye’de 1980’lerin başından bu yana sadece “iyi ahlaklı nesiller” yetiştirmek iddiasında olduğunu söyleyen bir tarikatın vardığı önemli bir istasyonu gösteriyordu. Uzun yıllar İzmir’deki bir camide ağlayarak verdiği duygu dolu hutbelerle tanınan bir vaizin, Fethullah Gülen’in “iyi ahlaklı nesiller” yetiştirmekten fazla bir niyeti olduğunu ortaya koyuyordu. Fotoğraf, tarikatın etkilediği çevrelerin oyunu almak için hükümetlerin tavizler verdiği Gülenciler tarafından kurulan bir bankanın açılışını tarihe kaydediyordu. Öyle ya, “iyi ahlaklı nesiller” yetiştirmek için para kazanmak gerekiyordu!

Objektifin hemen önünde, açılış kurdelesini ellerinde birer makasla kesen önemli 3 kişi vardı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, koalisyon ortağı olan İslamcı Refah Partisi’ne üye Devlet Bakanı Abdullah Gül ve o sırada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Recep Tayyip Erdoğan. Öndeki bu üçlü kadar gülümseyen önemli bir figür daha vardı, hemen arkalarında: Tarikatın lideri Fethullah Gülen.

Bu fotoğraf çekildiğinde Tansu Çiller, birçok eski Türk politikacı gibi siyasetten silinmemiş, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olmamış, Tayyip Erdoğan da okuduğu bir şiir yüzünden henüz hapse girmemişti. Kendisini düşünce suçlusu olarak tanımlamasına rağmen 160’ı aşkın gazeteciyi tutuklayan bir rejimi 15 yıldır yönetmemişti henüz. Öndeki üçlünün açılış yapmasını gururla izleyen Gülen’in yetiştirdiği “altın nesil”ler henüz pilot olmamış, kendi parlamentosunun ve halkının üzerine ateş açmamıştı.

O günlerde, Gülen’in niyetinin devlet kadrolarına sızarak İslamcı bir rejim inşa etme niyeti olduğunu söyleyenler elbette vardı. Ama Gülencilerin askeri okullardaki örgütlenmelerini yazan gazetecilerin haberlerine jet hızıyla yasak geliyordu. Gülenciler hakkında soruşturma açmak isteyen savcılar da çıkıyordu. Tesadüf bu ya, Gülen’le ilgili soruşturma başlatır başlatmaz bu savcılar hakkında porno görüntüler sızdırılıyordu. Elbette dosya kapanıyor, o savcılar da istifa etmek zorunda kalıyordu.

21 yıl önce çekilen o siyah beyaz fotoğrafı bir kenara bırakıp bugüne dönelim biraz. 15 Temmuz 2016’da yaşadığımız kanlı darbe girişiminin üzerinden tam bir yıl geçti. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere hemen hemen her kentte Erdoğan’ın çağrısıyla büyük anma törenleri düzenlendi. Törenlere katılım için şehir içi ulaşım ücretsiz yapıldı. Türkiye’deki tüm billboardlara Saray’ın hazırlattığı afişler asıldı. Camilerden selalar yükseldi. Darbeyi lanetleme mesajları, cep telefonlarımıza bile girdi. 15 Temmuz 2017’de hepimiz 112 Acil Servis’i bile ararsak, Erdoğan’ın seslendirdiği 15 Temmuz mesajını dinliyorduk önce. Ambulansı, bu mesajdan sonra çağırmak mümkündü.

Erdoğan’ın darbeye öfkesi büyüktü. Darbe girişiminden sonra adı “15 Temmuz Şehitler Köprüsü” olan eski adıyla Boğaziçi Köprüsü’nün üzerindeki törende şunları söylüyordu: “Bu hainlerin kafalarını kopartacağız.” Erdoğan’a son yıllarda beslediği bağlılıkla tanınan sabıkalı mafya lideri Sedat Peker de, 15 Temmuz’u mesleğine yakışır halde anıyordu: “Eceliyle bile olsa sayın cumhurbaşkanımızın bu dünyadaki misafirliği biterse, onlar diktatör neymiş görecekler. Dışarıda yakaladıklarımızın hepsini ağaçlara, bayrak direklerine astıktan sonra o cezaevlerine de gireceğiz. Onları cezaevlerinde de asacağız.” Erdoğan’ın yönetim kuruluna adam yerleştirdiği gazetenin tarih yazarı Murat Bardakçı da, ertesi günkü köşesinde, Osmanlı’nın 17. yüzyılda hainleri nasıl cezalandırdığını hatırlatıyordu: “İsyancıların anında cezalandırıldıkları günlerin infaz şekli: Çengele geçirme.”

İki güne yayılan 15 Temmuz anma törenlerinde muhalefet yoktu. Alanları da Erdoğan’a bağlı kitleler doldurmuştu. Zaten anma törenlerini organize eden irade, kendisi gibi düşünenlerden başkasını ister gibi görünmüyordu. Meclis’te düzenlenen törenlerde muhalefete söz hakkı verilmemesi, niyetin 15 Temmuz’u anmaktan çok, darbe mağduriyeti üzerinden Erdoğan’ın otoritesinin büyüterek yeniden tesis etmek olduğunu ortaya koyuyordu. İktidara geldiği 2002 yılında, devleti yönetecek kadrosu olmadığı için bürokrasiyi elinde tutan Gülencilerle yürüyen Erdoğan, verdiği bu tavizleri anımsatanlara neredeyse daha büyük öfke duyuyordu. İki dinci fraksiyonun kavgasının bedelini, otoriter bir rejim kurmak ve kendisi gibi düşünmeyenleri bertaraf etmek için kullanıyordu.

Oysa 15 Temmuz, gerçekten Erdoğan’ın darbenin bastırılmasından saatler sonra söylediği gibi “Allah’ın bir lütfu” olabilirdi. Türkiye, belki de Cumhuriyet tarihinin en acı olayını, yeni bir toplumsal sözleşme yaratmak, daha demokratik bir sistem inşa etmek için kullanabilirdi. Zirveye ulaşan kutuplaşmayı, ortadan kaldırabilirdi. Ancak belli ki Erdoğan’ın istediği bu değildi. İktidarın süresini ve kudretini artırmak için darbe yasalarını kullanarak muhalefeti ortadan kaldırmayı tercih etti. Evet, 15 Temmuz 2016’da darbeciye teşebbüs eden halk düşmanları yenilmişti. Ama 15 Temmuz 2017’ye geldiğimizde ise kan kaybeden, ne yazık ki demokrasinin kendisiydi.

Erdoğan darbeden ve o iklimde kazandığı tartışmalı referandumdan sonra ülkeyi tamamen yeniden şekillendirirken, eski ortağı Gülen’in 15 Temmuz’un arkasında olduğuna ilişkin izler çoğalıyordu. Sıradan bir askerin bile giremeyeceği, darbenin karargâhı olan Akıncılar Üssü’nde Gülenci siviller yakalanmıştı. Darbeci askerlerin ele geçirmek için bastıkları devlet uydu şirketi Türksat’ta, devlet televizyonu TRT’de, sokaklara çıkan bazı askeri zırhlı araçların içinden Gülenci siviller çıkıyordu. Belli ki, Erdoğan’ın darbeden önce “Paralel devlet kuruyorlar” diye savaş açtığı Gülenci askerler, her yıl 30 Ağustos’ta yapılan askeri şura toplantısında ihraç edileceklerini anlamış, son bir hamleyle darbeyi denemişlerdi.

Darbenin 1 numaralı hedefi olan Erdoğan, daha önce cemaate verdiği destekler anımsatılınca “Kandırıldım” diyordu. Oysa Gülen’in ne yapmak istediğini, 1999’da bir Türk televizyonunda yayınlanan hutbesini izleyen herkes biliyordu. Gülen, camide verdiği vaazda, müritlerine ordu, adliye ve mülkiye kadrolarında görev almalarını tavsiye ediyordu. Kendisini dinleyenlere, her yeri sessizce fethetme önerisinde bulunan Gülen, “zamansız kahramanlıklar” yapılmamasını öğütlüyordu: “Müslümanların belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını ezer. Zayiata meydan verilmemeli.”

Bu kasetin yayınlanmasından birkaç gün sonra, Fethullah Gülen aniden rahatsızlandı. Devletin resmi korumasıyla birlikte tedavi için ABD’ye gitti. O günden bu yana da Pensilvanya’daki çiftliğinde yaşıyor. Gülen’in kasetinin yayınlanmasından sonra özellikle askerler, yoğun bir çalışma yapmaya başladı. Orduya sızmış tarikatçıları tasfiye etmeye başladılar. Yıllık her toplantıda, belirledikleri Gülenci subayları ihraç ediyorlardı, tabii ki siyasi iradenin onayıyla… Ta ki, AKP 2002’de iktidara gelene kadar. Ordu, AKP’li hükümetin imza vermemesi nedeniyle, bu tarihten 2012’ye kadar hiçbir ihraç kararı alamadı. Adliye ve Emniyet’teki Gülenci kadroların yaptıkları operasyonlarla laik subaylar bir bir saf dışı bırakılırken, ihraç edilmeyen Gülenci askerler terfiler alarak, tutuklanan askerlerin boşalan koltuklarına oturmaya başlıyordu. İki ortak kavgaya tutuşunca da, terfi kararlarını imzalayan Erdoğan’ı indirmek için bombalar yağdırıyordu.

Yazının girişindeki siyah beyaz fotoğrafı anımsıyorsunuz değil mi? O fotoğrafta, en öndeki üçlüyü de… Sadece, Gülen’in bankalarını açmadılar. Devletin tüm kapılarını, arkalarında poz veren Gülen’in kadrolarına sonuna kadar açtılar. Erdoğan’ın darbeden önce söylediği gibi “Ne istediyse verdiler…” Şimdi verdiklerine pişman olan aynı üçlü, 21 yıl sonra tekrar aynı fotoğraf karesinde buluştu. Yine bir açılış açılış yapıyorlardı. Bu kez o cemaatin kasasına dönüşen bankayı değil, “Ne istediyse verdikleri” kadroların darbe gecesi şehit ettiği 250 insan için yapılan anıtı açıyorlardı. Bir fark daha vardı, Gülen bu kez arkalarında değil, binlerce kilometre uzaktaki düşmanlarıydı. Peki, bütün bu olan bitenlerin faturası kime kesiliyordu dersiniz? Meclis’te kurulan komisyon, 40 yıldır iktidara gelemeyen CHP’yi darbenin “siyasi ayağı” ilan ediyordu. Devletin din kurumu da, bugün terör örgütü ilan edilen Gülencilerin büyümesinin sebebini ise “Radikal modernleşme”ye bağlıyordu. “’Ne istediyse veren”ler, “kandırılmıştı” çünkü.

Son Haberler

İlgili Haberler